Anadolu hakkında bir ‘düşünce raporu’ hazırlamak istiyorsanız, elbette ki, çok gerilere doğru gitmeniz ve epeyce de yol almanız gerekecektir.
Yahya Kemal’ın, tarihimizi 1071’den başlatmasına aldırış etmeden ve bu büyük şâirimizi de üzmeden, meseleye bakmayı tercih ederim.
Çünkü; Yahya Kemal ve Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü gibi, edebiyatımızın fikir mihverlerimizin talebesi olan ilim adamı, şâir, romancı ve mütefekkir hüviyetiyle tanıdığımız Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar, dâima ‘şaheser’ diye târife çalıştığım “Beş Şehir” adlı eserinde bunun yolunu açmıştır.
Ben, şahsen, Anadolu ruhunu anlamak ve kavramak için, bu kitabın okunmasını ve hazmedilmesini lüzumlu görürüm.
Dikkat edilirse anlaşılır ki, bu kitapta ele alınan Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerinin herbiri,- diğer şehirlerimize asla haksızlık etmemek şartıyle söylüyorum- Anadolu’nun özü’dür.
Anadolu’nun tarih muhasebesini yaparken, derinlere inerek, bunların incelenmesinin de lüzumuna inanırın.
Bu cihetten; T(ı)rabzon bir numûnedir; Mardin bir numûnedir; Sivas bir numûnedir; Manisa bir umûnedir; Edirne, Amasya, Diyarbakır, İzmir, Kayseri…birer numûnedir.
Bu sebeple; Tanpınar’ın bu kitabına yazdığı ÖNSÖZ’deki şu cümlelere de hararete katılırım. Diyor ki;
“Hiç unutmam: Uludağ’da bir sabah saatinde, dinlediğim çoban kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm ânda, gözlerimden sanki bir perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his tarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden gerçek bir sorgunun süzgecinden geçirilirse, moda sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır.”
Bu zarîf, hisli ve estetik duruşlu cümleler, sâdece Anadolu’ya değil, bütün Türklük âlemine bakışımızda da bir yer etmelidir.
Buradaki “Uludağ”ın yerine, siz, Erciyes’i, Ziganaları, Yıldız Dağları’nı, Torosları, Ağrı’yı, Munzurları, Palandökenleri veya başka bir dağı getirebilirsiniz!..Hattâ, Altay Dağları’nı!..
Çoban da, kaval da, koyun-kuzu da bizim!.. Seyreden ise, tıpatıp yazarla biz’iz!..Tanpınar’ın yerinde, beni, seni, onu..kimi bulundurursanız bulundurun, manzara ve mâcera hep aynıdır.
Bakışlarımız, duruşumuz, hissettiklerimiz, hep aynıdır!..
Anadolu’luk ruhu, budur!..Anadolu’daki veya başka yurtlarımızdaki Türk ruhu budur!..
Tanpınar’ın, Konya’yı anlattığı satırlarında da, bir başka hârika cümlesiyle karşılaştım. Zâten, dedim ya, hepsi hârika!..
Cümle şu: “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.”
Vâdilerden dağlara yükselen, tepelerden vâdiler sinen ilâhîler, mâniler, şarkılar, türküler, tekerlemeler, atasözleri, ağıtlar, ve beş vakit şahlanan ezân seslerinin coşturduğu Anadolu insanının ruh hâli, çağlar öncesinin bahadırlarıyla birebir örtüşüyor!..
Türk’ün; Anadolu’dan da önce, destanları, hikâyeleri, efsaneleri, masalları ve şiiri vardır!..
Güzel Türkçe’yle terennüm edilen türküleri, şarkıları vardır!..
Ondaki mecâzî aşkla ilâhî hakîkî aşkın terennümünün ise, târifi zordur. Bunu, bizden başka hiçbir cemiyette ve hiçbir coğrafyada bulmak da mümkün değildir.
“Bin cân olaydı kâş men-i dîl’şikestede
Ta her biriyle bin kez olaydım fedâ sana”
(Keşke, gönlü kırık olan bende bin can olaydı da,
Herbiriyle, sana, bin defa fedâ olaydım)
Diyen 16. yüzyılın ve Türklüğün büyük şâiri Fuzûlî’yle;
“Ben seni sakınırım yerdeki karıncadan”
Diyen, 20. yüzyılın Âşık Ali İzzet Özkan’ı arasında niyet bakımından hiçbir fark yoktur!..
Söz buraya gelmişken, Yûnus Emre’nin:
“Benüm bir karıncaya vallah istâdum vardır”
Mısrâsındaki derinliği de düşünmek lâzımdır!..
Düşünmek, çok güzel ve mukaddes bir meziyettir!..