Ciddî iştir. Zordur!..
Herhangi bir meşgale veya angarya değildir!..
Harfle harfin oynaşması, mücâdelesi, kaynaşması, mânalaşması, mânalanması ve mayalanması’dır.
O; hep, bunu yapmaya çalışır ve hep, bu yolla güzellik arar.
Ölçüsü; metre, g(ı)ram, litre falan değildir.
Ona biçilen ve revâ görülen ölçüye ‘vezin’ dense de, ne arûzda, ne hecede ve ne de serbestte kıvamı kolaydır.
‘Kıvam’; elbette ki, şâirin işidir!..
Beceren, her vezinde de, kendini gösterir!..Yoluna getirildiği, yolunu bulduğu veya tahakkuk ettirildiği zaman, derin bir nefes aldırır, oh çektirir ve ‘İşte!” denilir; şiir, budur!
Bir ân gelir ki, şiir, harften-heceden-kelimeden-mısrâdan çıkar!. Bir ‘bütün olarak’, tek vücûd, yekpâre, bir ‘soluk’ oluverir!..
Bu ‘çıkış’, sonsuzluk matematiğine rakamsız ve harfsiz ulaşır!...
Nezihliğin, zarîfliğin yegâne numûnesi olarak, bütün ‘benler’den arınılıp, o güzelliğe teksif olunur!..
Mevlâna; Mesnevî’sinde, “Mânâyı şiire sığdırmaya uğraşmak, hiçbir şey yapmamaktır; çünkü mâna sapantaşına benzer; dilediğin yere ulaştırmaya imkân yok, elinde değil” der.
Batı’nın bu söze yaklaşması asırlar almıştır!..
Bence; şiirin ne olduğunu, yine en iyi şâirler bilir. Mevlâna da elbette cihânşümûl bir şâir ve tefekkür ehlidir. Öndedir. Gözdedir. Derindir.
İşin kimyâsı’na, özü’ne, göze’sine inmiştir..
Bu bakımdan; şiir, estetikçinin veya saf edebiyat bilimcisinin değil, şâirin işidir.
Fizik veya kimya, matematiğe ne kadar ihtiyaç duyuyorsa; şiir de, elbette, estetiğe, sosyolojiye veya p(i)sikolojiye o kadar ihtiyaç duyar.
Şâir merhum Sezai Karakoç, “İslâmın Şiir Anıtlarından” adlı kitabında şöyle der:
“Bu ülkede her anlama kıyıldığı gibi şiire de kıyılmıştır. Geçmişle ilgi kesilmiş, dünyanın en basit taklitçi şairleri büyük şair diye ilân edilmiş, bunların sonucu olarak da şiire karşı büyük bir ilgisizlik doğmuştur. Bir toplumun kalbini tazeleyen başlıca ruhî gıdalardan biri olan şiir böyle bir kurutuluşa uğratılınca, toplumun ölü hâle gelmesi, bu açıdan da, uygarlığımızın düşmanları tarafından gerçekleştirilmiş oldu.”
Bu satırlarda dikkatimi çeken en mühim kelime “kurutuluş”tur..
Hatta, “kurutuluşa uğratılınca…”dır!..
Demek ki, burada, ‘bilerek’ yapılan, ‘kasıtlı’ bir faaliyet olmuştur…
Öyleyse; ’Kurutuluş’tan, ‘kurtuluş’a çıkmanın çârelerini düşünmek lâzımdır.
Kılavuz mu aranıyor? İşte, Yûnus Emre, işte Fuzûlî, işte, Şeyh Galib, Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Necip Fâzıl!..
İnsanın ruh yapısından uzak ve milletimizin kültür değerlerinden habersiz bir anlayışın bunu tahakkuk ettirmesi de mümkün değildir!.