Mâzi nihayet geçmiş bir zamandır; bizde,
ancak kendisine içimizden bir şeyler katarsak
hakkıyla yaşayabilir.
Ahmet Hamdi TANPINAR
Türkiye’de Türk Milliyetçiliği, Osmanlı’nın modernleşme sürecinin son halkası olarak teşkilatlanmaya başlamış ve neticede devletin asli unsuru olan Türklere göre şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak yeni kurulan devletin eskiye yönelik acımasız eleştirileri, Kemalizm, çok partili siyasi teşebbüslerin beklenen mecrada gelişmemesi, dünyadaki siyasi gelişmelere göre otorite ve tek parti rejimlerinin moda haline gelmesi Türkiye’deki konjonktürü de önemli ölçüde belirlemiştir.
1917 yılında Ziya Gökalp, yazılarından dolayı Malta Adası’na sürgüne gönderilmişti. Gönderildiği dönemde, Osmanlı Devleti ayakta ancak kendisinin de dönemin şartlarında mikrop olarak tarif ettiği milliyetçiliğin bütün toplumu sardığının farkındaydı. Buna göre de Osmanlı’yı ayakta tutacak kuvvet olarak Türk Milliyetçilerini görmekteydi. Ancak devleti idare edenler, Ziya Gökalp’i, daha doğru bir ifade ile Türk Milliyetçiliği fikrini sürgüne göndermiştir. Ancak Osmanlı’nın yıkılması ve yeni devletin kurulmasıyla birlikte devletin kurucu unsurunun Türkler, kurucu fikri olarak da Türk Milliyetçiliğinin esas alındığı görülmekteydi. Ziya Gökalp’de bu yeni kurulan devletin katibiydi. Ortaya koyduğu fikirleri de yeni bir anlayışın ürünü olarak, yeni bir devlete göre yeniden ele almıştı. Türkçülüğün Esasları olarak kaleme aldığı, 1924 basımlı kitabının ana teması, yeni kurulan devleti eskiden ayırmak ve yeni anlayış etrafında yeniden ele alıp geliştirmek fikrine dayanmaktaydı. Bu fikirler de ulus-devlet anlayışı içerisinde kendini gösteriyordu.
Modernleşme süreciyle birlikte ortaya çıkan gerilim ve tartışmalar 1930’lu yıllardan itibaren devletin asli unsurlarını dahi sorgulanması, denetlenmesi ve hatta evcilleştirilmesi üzerine siyaset yürütüldüğü görüldü. Bunu içeride Kemalizm, dışarıda Sovyet tehlikesinin baş göstermesiyle daha da derinlik kazanmış ve Türk Milliyetçiliği fikri ve ona gönül verenler sorgulanıp, yargılanmışlardır. Yargı sürecinde devletin asli unsuru olan Türk Milliyetçileri tabutluklarda esir alınmıştır. Türkiye’de bu gelenek sonraki dönemlerde de devam etmiştir. İnsanlar dava sonucunda beraat etmelerine rağmen, beraat edilene kadar ki süreçte, devleti idare edenlerin acımasız sorgulamalarına maruz kalmışlardır.
1946’dan itibaren başlayan çok partili siyasi hayat 1950’li yıllardan itibaren demokratik süreçlerin işlemesi neticesinde milletin, mevcut iktidara karşı tepkisinin bir ürünü olarak Demokrat Parti’nin tek başına iktidara gelişini sağlamıştır. 1960 İhtilaline kadar süren bu sürecin sonunda, Demokrat Parti iktidardan indirilmiş ve milletin tercihleriyle iktidara uzanan Menderes’in idamıyla sonlanmıştır. Ancak İhtilal süreci sadece bununla da bitmemiştir. Milli Birlik Komitesi içerisindeki Türk Milliyetçisi olan 14 kişi yurt dışına sürgüne gönderilmiştir.
12 Eylül İhtilali olduğunda da devleti idare eden zihniyet, 1940’lı yıllardan itibaren Türkiye’de yeşeren, 1960 ihtilalinden sonra filizlenen ve 12 Eylül İhtilaline kadar oluşmuş olan anarşist ortamın faturasını Türk Milliyetçilerine kestiği görüldü. 1917’de sürgünde, 1944’te tabutlukta, 1960’da sürgünde, 1980’de ise Türk Milliyetçileri idam sehpalarında yargılandılar.
Bütün bu kronolojik gelişmelere bakıldığında Türkiye’de Türk Milliyetçisi olmak ve bunu savunabilmek kolay olmamıştır. Türk Milliyetçiliğinin yargılanmasına karşı, Türk Milliyetçilerinin ortaya koyduğu refleks neticesinde, Türkiye’de var olan ama belli bir şuur etrafında yeniden teşkilatlanmasına yol açmıştır. 1969 yılından itibaren de bütün bu meseleleri yeniden ele almak, çözmek ve devletin asli unsurlarını ve fikriyatını devleti idare edecek ve yönlendirebilecek hale getirmek için siyasi bir organizasyona ihtiyaç duyulmuştur. Türkiye’de Türk Milliyetçiliği doğal seyrinde ve devletin hâkim unsuru olarak görülüp desteklenmiş olsaydı, buna ihtiyaç duyulmayabilirdi. Ancak yaşanan olaylar ve olumsuz gelişmeler, Türk Milliyetçilerinin teşkilatlı bir yapı içerisinde hareket etmesini zaruri hale getirmiştir. Bunun fikri temellerini de binlerce yıllık Türk tarihinin derinliklerinden almaktaydı. Tarih ve kültür bağlamında meseleler ele alınmış ve siyasi mücadeleler neticesinde millete meseleler bütün yönleriyle anlatılmaya çalışılmış ve bu sayede de demokratik işleyiş içerisinde Türk Milliyetçileri devleti yönetmeye talip olmuştur.
Bu yaparken, Türk Milliyetçileri de kendi içerisinde tartışmalar yürütmekteydi. Siyasetin nasıl olacağı, neleri kapsayacağı, nasıl bir devlet tezahürü olması gerektiği noktasında farklı görüşlere sahiplerdi. Bütün bu farklı bakış açıları arasında Başbuğ Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer’in oluşturmaya başladığı Türk Milliyetçiliğini merkeze alan siyaset anlayışı, Türk’ün kimliğini oluşturan bütün unsurlara sahip çıkmak, sosyolojik gerçekler etrafında siyaset üretebilmek adına doğru zeminde meseleleri ele almışlardır. Türk’e ait ne varsa sahiplenildiği, İslamiyet öncesi ve sonrasında meydana gelen değişimleri doğal birer süreç olarak ele almış ve milleti oluşturan, milli kimliği ve kültürün siyasetini Türk Milliyetçiliği ekseninde ele alıp, değerlendirmişlerdir.
Nasıl bir birey ve nasıl bir toplum olmalı sorusuna yönelik cevaplar aranmaya başlanmıştır. Bireyi, şahsiyet olarak gören, toplumu da kolektif bir imanın bütünlüğü içerisinde ele alan bir anlayış neticesinde ortaya bir Ülkücü kimliği ortaya çıkmıştır. Ülkücü kimdir? Sorusunun cevabı, aslında Türk Milliyetçilerinin yaşam tarzını ifade eden, özel bir kavramdır. İçerisinde maneviyatı ve maddiyatı da barındıran ve bu iki cephede insanı ve toplumu bütünleştirmeye çalışan bir anlayışı ortaya koyan bir yaklaşımdır. Ülkücülük, bu anlamda Ziya Gökalp’in mefkûre olarak ele aldığı ve bunu da bir nevi sloganlaştırdığı gibi, içerisinde Türkçülüğü, İslamcılığı, Muasırlaşmayı da barındıran bir harekettir.
Gökalp’in çerçevesini çizdiği yaklaşıma uygun olarak, zaman içindeÜlkücü Hareket, insanı yetiştiren Ocaktan, toplumu değiştirmeye çalışan siyasete dönüşmüştür. Bu anlamda bir Ülkücü için Ocak süreci Mekke, MHP’nin siyasi anlayışı da Medine süreci olarak görebiliriz. Mekke sürecinde insanı, Medine sürecinde de toplumu kâmil manada değiştirmeyi ve dönüştürmeyi hedefleyen bir siyasi anlayışın ürünü olarak görmek gerekir.
Bütün bunlara bakarak Türk Milliyetçileri de, içinde yaşadığı buhrandan kurtulabilmesi için de, insandan yola çıkan bir siyaset üretmek zorundadır. Yani Medine’ye ulaşabilmek için, bir Mekke dönemini Türk Milliyetçilerinin yaşaması gerekir.
Selam ve dua ile…