Savm-u Salat-u Hac ile
Sanma biter zahid işin
İnsan-ı kâmil olmaya
Lazım olan irfan imiş
Niyazi Mısrî
Siyaset, toplumu yönetme sanatıdır. Bir toplum için en önemli unsur, o toplumu idare edenlerin ortaya koyduğu siyasi iradedir. Çünkü toplumlar bu siyasi iradeye göre toplumsal uzlaşma zemini bulabilmektedir. Günümüzde siyasi anlamda toplumsal uzlaşma demokrasi ile mümkün olabilmektedir.
Günümüzün siyasi yapıları, farklı referanslarla varlıklarını sürdürmektedir. Demokrasi mücadelesinin vazgeçilmez kurumları olan siyasi yapıların ortaya koyduğu ilkeler doğrultusunda toplumun beklentilerine cevap verilmeye çalışılmaktadır. Bu anlamda toplumun farklı kesimlerini belli siyasi görüş ve beklentiler etrafında bir araya getirmek ve demokrasi vesilesiyle de toplumu yönetmeye talip olmak tüm siyasi partilerin ana hedefleri arasındadır.
Günümüzde siyasi partileri yakından uzağa, genelden özele doğru toplumun beklentilerine göre siyasetini geliştirmektedir. Bu anlamda Türkiye’nin çok partili siyasi hayatının tüm siyasi figürleri farklı gerekçelerle siyasi hayata başlamış ve siyasi yapısını sürdürmeye çalışmıştır.
Türkiye 1946 öncesinde tek parti idaresi altında yönetilmekteydi. 1946 öncesinin tek partisi CHP kendi içerisinde farklı görüş ve düşüncelerin bir arada bir koalisyon partisi gibiydi. Sağ veya sol anlamında bir değerlendirme yapılmasının da bir karşılığı yoktur. Bütün siyasi yapıların ve toplumsal olayların tarihsel bir arka planı muhakkak vardır. Bütün bu zemin anlaşılmadan, mevcut siyasi yapıları ve olayları sağlıklı bir şekilde değerlendiremeyiz. Bu açıdan mesele ele alındığında yapılması gereken, gerileme döneminden kurtulmak isteyen bir devletin modernleşme sürecine girmesi ve bir müddet sonra bu sürecin artık geri dönülemez noktaya ulaşmasıdır. Bu sürecin içinde toplumun genelinde duygu, düşünce ve davranışlarında da değişimler meydana getirmiştir. Bazıları sürece tepki gösterirken çözümü kanuni kadim olarak görürken, bazıları da sürecin takip edilmesi ve bütün bu çabayı da muasır medeniyetler seviyesi ulaşmak olarak tarif etmişlerdir.
Bütün bu meseleleri bütüncül gözle değerlendirmek gerekir. Bunu yapabilmek içinde dikkat edilmesi gereken bazı hususlar bulunmaktadır. Şimdi de bu hususları biraz daha açarak, meseleyi genişletmeye çalışalım.
TOPLUMLAR DİNAMİK VARLIKLARDIR
Tarih ve sosyoloji birbirini besleyen ve destek veren iki bilim dalıdır. Bir yandan tarihi olayları incelemek ve toplumsal değişimleri anlamlandırabilmek için sosyoloji bilimine ihtiyaç vardır. Tarihi olayları anlayabilmenin en önemli koşullarından birisi de klasik bir ifadeyle, tarihi olayların yaşandığı dönemin koşullarının anlaşılması gerekir. Tarihi olayları, günümüz koşulları göz önüne alarak değerlendiremeyiz. Bu anlamda da Modernleşme sürecinin birer uzantısı olan Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Kanuni Esasi ve Cumhuriyet gibi yeni anlayışlar durup dururken ortaya çıkmamıştır. Her birisini oluşturan zemin ve tarihsel olaylar birbirine eklemlenmiş ve günümüze kadar değişerek devam etmiştir. Çünkü toplumlar belli kültürler etrafında hayatlarını sürdürmektedir. Her toplumun sahip olduğu birikimin birer göstergesi olan kültür hayatı da zamanla değişmektedir. Çünkü toplumlar dinamik varlıklardır. Ortaya konulan her yeni düşünce, anlayış ve uygulamalar zamanla toplumdaki alışkanlıkları değiştirebilmektedir. Bu alışkanlıklardaki değişim yaşanılan dönemde hissedilecek türden değildir. Değişim yavaş işlemektedir ve insan ömrü ile bunu görebilmek geçmiş dönemler açısından oldukça zordu. Ancak değişimin boyutlarının nereye varacağına yönelik uzak görüşlü yorumlar yapılmaktaydı. Ancak bugünden geçmişe doğru bakıldığında toplumda meydana gelen değişimlerin nasıl ve ne yönde olduğu konusunda bir değerlendirme yapabiliyoruz. Ancak buradaki ana koşul tarihsel olayları dönemin koşulları içerisinde ele alınması ve belli bir süreci de göz önüne almamız gerekmektedir. Örneğin Osmanlı döneminde Tanzimat, durup dururken ilan edilmiş bir yapı veya görüş değildir. Tanzimat öncesinde muhtemelen yüz-yüzelli yıllık bir geçmişin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden Cumhuriyet ve sonrasında meydana gelen yeni uygulama ve anlayışlar da aynı şekilde durup dururken ortaya çıkmamıştır. Önemli olan bu birbirine eklenmesi gereken tarihsel süreci görebilmek gerekir.
HER ŞEY NORMALLEŞECEK Mİ?
Bütün bu bilgiler ışığında bazı sorular sorarak yazımızı genişletmeye çalışalım. Osmanlı gibi muhafazakâr bir toplum nasıl modernleşme sürecine girebildi. Modernleşme süreciyle birlikte insanların tavır ve düşüncelerinde ne gibi değişiklikler meydana geldi? Osmanlı’nın gerileme döneminden itibaren problemlerin çözümünde hep kanuni kadim ilan edilmesinin beklenmesinin sebebi nedir? Günümüzü geçmişte yaşarsak, her şey normalleşecek mi? Osmanlı, dinden uzaklaştığı için mi çöktü? Bugünkü geriliğimizin sebebi, modernleşmeyle birlikte kazandıklarımız mı? Günümüz muhafazakarların tabiriyle ifade edecek olursak, bugünkü bütün ana problemin kaynağı tek başına iktidar olduğu dönemin CHP’si midir? Soruyu şöyle de sorabiliriz… 1946 öncesinin tek parti iktidarı CHP, kendisinden öncesi hangi düşünce ve yaşantıların bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır? 1946 sonrası çok partili siyasi hayatın önünü açan bir CHP ile, tek parti CHP’si arasında fark yok mudur?
Tabi ki bütün bu sorular ve meseleler sakin bir kafayla irdelendiğinde, toplum içerisinde hiçbir şey tesadüfen ve durup dururken oluşmuş değildir. Geçmişin getirdiği birikim, öfke, yeni anlayışlar vs… gibi unsurlar ortaya çıkan yeni yapıları da etkilemektedir. Etkilenen bu yapılar kimi zaman devletin kendisi, kimi zaman siyasi yapılar ve kimi zamanda düşünce ve anlayışlar etkilenmektedir. Bu anlamda da toplumun bazı marjinalleşmiş kesimleri hariç, kimse tam anlamıyla şeytan değildir. Ancak Türk toplum hayatının bütünü göz önüne alındığında, en önemli unsurun devlet hayatı olduğu görülür. Buna göre, Türk Devleti’nin hâkimiyetini sembolize eden Bayrak ve onun uğruna verilen mücadeleler hep kutsal olarak görülmüştür. Dolayısıyla siyasete yön veren siyaset adamlarının ve siyasi yapıların yaklaşımında Devleti ebed müddet ve milletin bütünlüğü noktasında mesele ele alınmalıdır. Zamanın şartlarına göre yapılan düzenlemeler ne olursa olsun, bu iki unsura yani ebed ve bütünlük anlayışına uygun bir zeminde siyaset yapılmalı ve geliştirilmelidir. Buna uygun hareket eden tüm siyasi yapıların toplumda karşılığı olacaktır ve bu anlamda da bir uzlaşı kültürünün oluşması ve gelişmesi mümkündür.
Meseleyi bu açıdan ele aldığımızda siyasi yapılar yakın ve uzak hedefler doğrultusunda ebed ve bütünlük prensibine uygun olarak farklılıklar göstermektedir. Kitle siyaseti yürüten siyasi yapılar, devlet ve millet hayatında pratik çözümler üreten ve toplumun belli alanlarda gelişimini destekleyen ve risk alan yapılardır. İdeolojik olarak siyaset yürüten siyasi yapılar ise uzun vadeli hesaplar içerisinde siyasi varlığını sürdürmektedir. Bu tür siyasi yapılar genellikle muhafazakâr eğiliminde olup, devletin oluşturduğu geleneği devam ettirme yanlısıdırlar. Kitle siyaseti ve ideolojik siyaset arasındaki en temel fark budur. Demokratik süreçler içerisinde günümüz koşul ve anlayışında kitle siyasetini sürdürenlerin, ideolojik siyaset yürütenlere göre daha başarılı olduğu görülmektedir. Bunun en temel sebebini de işte bu uzak ve yakın hedeflere ulaşmada gösterdikleri çabayla ilişkilidir. Ancak siyasi yapılardan beklenen ideolojik ve kitle siyasetini birlikte sürdürebilmeleridir. Bunu sürdürebilen yapılar, devlet ve millet hayatına önemli katkılar sağlayacaktır. Toplumda meydana gelecek değişim ve gelişimlerin kontrollü ve olumlu yönde sürdürülmesine katkı sağlayacaktır.
İdeolojik siyasi yapılar, değişime karşı genelde direnç gösteren yapılardır. Geleneğin devamı veya değiştirilmesine iyi gözle bakmazlar. Ancak ideolojik siyasi yapılar, bir toplumun ebed müddet anlayışı içerisinde bir sigorta görevi görmektedir. Bu anlayış ve yaklaşım toplumun geniş kesimleri tarafından kabul görmesine rağmen, bir kitle siyaseti yürütenler kadar yönetimde söz sahibi olamadıkları görülmektedir. Çünkü insan ve devlet hayatının gerektirdiği ihtiyaçlar farklıdır. İnsan, ahir ömründeki ihtiyaçlarının giderilmesini, mutluluk, huzur ve refah gibi kavramlarla hayatını şekillendirmek istemektedir. Devlet hayatı ise şartlar ne olursa olsun devlet hayatının devamlılığının sağlanması önemlidir. Kitle siyasetini yürütenler toplumun pratik ihtiyaçlarına göre siyaset üretirler. İdeal olanı ise hem insanı yaşatmak için insana yatırım yapan bir siyaset yürütülmesi hem de bunu da devlet hayatına yansıtmasıdır. Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz gibi bizim medeniyetimizin merkezinde insan vardır. İnsanın ihtiyaçlarına cevap veren, insanın geleceğine yönelik umut aşılayan siyasi yapılar başarılı olacaktır. Kitle siyaseti yürütenlerin başarılarının sürdürülebilir olmamasının ana nedeni ise var olan o anki ihtiyaçlara cevap verilmesinden kaynaklanmaktadır. Kitle siyasetiyle yönetime gelenler, bir süre sonra kendilerince bir gelenek oluşturmaya çalışmaktadır. Ancak bir müddet sonra farklı bir kitle siyaseti yürüten bir siyasi yapıyla karşılaştıklarında demokratik mücadeleyi kaybetmektedir.
Yine daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz gibi, insan ve toplum hayatında bir denge olması gerekir. Bir yandan gelenek diğer yandan modernleşme birlikte ve dengeli sürdürülmesi gerekir. Bunun yanında kitle siyaseti ve ideolojik siyaset arasında da bir denge olmak zorundadır. Biri gelişimin önünü açarken, diğeri de toplumsal benliği koruyucu bir özelliği bulunmaktadır.
Bir Türk büyüğünün tarif ettiği gibi, oğul babanın okumuşu olmalıdır.
Vesselam…