Yaşayanları yöneten ölülerdir.
Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var. (Cemil Meriç)
Ötüken’den, Malazgirt’e, Malazgirt’ten Söğüt’e ve oradan da Ankara’ya kadar uzanan geniş coğrafyadaki geçiş yerleri Türk Milleti’nin tarihindeki önemli dönüm noktalarını ifade etmektedir. Orta Asya’dan, Ön Asya’ya ve Balkanlara kadar uzanan geniş coğrafya Türk milletinin kültürel birikimleri ve tecrübeleriyle yoğrulmuş Türk Kültür ve Medeniyeti’nin izlerini taşımaktadır.
Atsız Hocanın Türk tarih tezinde olduğunu gibi, Türk Kültür ve Medeniyeti’nin görsel ifadeleri olarak ele alınan Devlet ve Millet anlayışındaki bütünlük yukarıda kabaca izah edilen farklı coğrafi yerler arasındaki bağlantıları görebiliyoruz. Dündar Taşer’in ifadesiyle Osmanlı Devleti, Türk Devlet hayatında elde ettiği tecrübelere göre oluşturmuş olduğu muazzam bir devlettir. Ancak bu devlet 1299’da kendiliğinden oluşmamıştır. Geçmiş dönemlerdeki kültür ve birikimlerden elde edilen tecrübelerle yeni devlet kurulmuştur. Her kurulan devletin hikayesi tabiî ki kadim tarihe kadar uzanması doğaldır.
Türkler, tarih boyunca göç ettiği yerlere, birikimlerini de taşımıştır. Bugün Anadolu’daki örf, adet ve gelenekler ile Orta Asya’daki yaşam tarzı arasındaki benzerlikler bakıldığında bu kültürel bütünlük ve devamlılığın izlerini görmek mümkündür.
Tarihin kadim milletlerine bakıldığında, Çin, Fars, Arap ve diğerlerine bakıldığında genel olarak bulundukları coğrafya ile sınırlı kalmıştır. Ancak Türk Milleti daima Batı’ya doğru akan bir nehir misali sürekli hareket halinde olmuştur. Bu hareketlilik sayesinde çok farklı kültürel yapılarla karşılaşılmıştır. Ancak ekseriyetinde genel olarak bakıldığında ortak anlayışın sadece suyun bol olduğu coğrafyaların tercih edilmesidir.
Bugün içinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti’de kendiliğinden oluşmamıştır. Türklerin kurduğu devletlerdeki devamlılığı gösteren son devlet ise tarihin bilinen en eski Türk devletinin günümüzdeki devamını temsil etmektedir. Buna göre bir millet, farklı bir devlet kurduğunda veya farklı bir dine mensup olmaya başladığında ortaya bambaşka bir millet ve toplum anlayışı çıkmamaktadır. Her millet veya toplum eski ile yeni arasında bir sentez oluşturur ve yeni durumu kendi kültür ve medeniyet tasavvuru içerisinde doldurmaya çalışır. Anadolu’daki özellikle Türkmen Alevi kültürü içerisinde gelişen örf, adet ve gelenekler ile Orta Asya’daki Türk topluluklarının örf, adet ve gelenekleri arasında benzerlikler vardır. Kültürel hayatın göstergesi olan kıymet hükümlerine bakıldığında bu benzerlikler daha belirgin hale gelmektedir.
Bunun an bariz örneğine bakıldığında demir perde SSCB dağıldığında Orta Asya’daki Türk Devletlerindeki kültürel canlanmada görebiliriz. Sistemli kültürel yozlaşma adına yapılan baskılara rağmen Hoca Nasreddin, Dede Korkut, Ali Şir Nevai, İmamı Maturidi ve Hoca Ahmet Yesevi’nin öğretileri yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu canlanmayı sağlayan ana unsur ise her türlü baskılara rağmen söndürülemeyen kültürel hafızadan kaynaklanmaktadır. Her toplum bunalım döneminden kurtulduğu andan itibaren kendi kaynaklarını incelemeye ve tarihine ışık tutan şahsiyetler etrafında yeniden geleceğini kurmaya çalışır.
Türk Milletinin İslamiyet öncesi ve sonrasında meydana gelen değişimlere bakarak yeni bir millet olgusu ile karşılaştığımız anlamına da gelmemektedir. Ancak Türk Milleti karşılaştığı her yeni duruma karşı kendince oluşturduğu sentezle birlikte yeni medeniyet tasavvurları ortaya koymuştur. İslamiyet öncesinde sadece fütuhat üzerine kurulan anlayış, İslamiyetle birlikte tebliğci anlayışla birleşerek ortaya yeni bir medeniyet tasavvuru ortaya çıkmıştır. Ancak III. Selim ve sonrasında başlayan modernleşme süreciyle birlikte Türk kültür hayatında yeni bir formasyon oluşmuştur. Ancak bu değişim bile tarihin en kadim milletlerinden birisi olan Türk Milleti’ni geçmişinden kopartarak bambaşka bir mecraya götürmemiştir. Bugün içinde yaşadığımız zaman dilimi içinde dahi Oğuz Kağan’dan, Satuk Buğra Han’dan, Sarı Saltuk’tan, Sultan Alparslan’dan bahsediyorsak, bir milletin kültürel hafızası her zaman canlı olduğunun birer göstergesidir.
Cumhuriyet tarihi içerisinde bu bütünlüğü parçalamaya yönelik yapılan çalışmalara rağmen bu bütünlük bozulmamıştır. Gelecek yüzyıllarda bile bu kültürel hafıza canlılığını sürdürmeye devam edecektir. Ortaya yeni figürler, yeni anlayışlar çıksa bile, ortaya çıkan yeni durumlar hem kadim tarih ile ilişkilendirilecek, ilişkilendirilmese bile bir toplumun kültürel hayatında canlılığını devam ettirecektir. Hangi ideolojik gerekçe ve saplantılarla bakılırsa bakılsın Türk Milleti gerçeği ve bunu oluşturan tarihsel ve kültürel bütünlük her zaman devam etme eğiliminde olacaktır. Oğuz Kağan’ın kurduğu devletin üzerinde bugünkü hesapla 2218 yıl geçmiştir. Gelecek yüzyıllarda bile Türk Devlet anlayışı kendi kültürel hafızasında bunun izleri taşınacaktır. Çünkü millet denilen varlık, dün, bugün ve yarın çizgisi içerisinde bir bütünlüğü ifade etmektedir. Tarihin kendi içinde oluşturduğu kırılma anlarında bile bu kültürel bütünlük bozulmamaktadır. En bariz örneği olarak kullandığımız Türkçe’dir. Bugün konuşmaya başlayan bir çocuğun kurduğu Türkçe cümle yapısının benzeri Malazgirt Ovası’nda Sultan Alparslan’ın kurduğu devletin içinde yetişen bir çocukta da görebilirsiniz, gelecek yüzyıllarda yetişecek olan yeni nesillerde de bunu görebiliriz. Diğer örnek olarak Musiki’yi verebiliriz. Bugün Türk Dünyası’nda telli çalgılardan (kopuz, bağlama vs…) çıkan ezgiler arasında benzerliklerin bulunmasını buna bağlayabiliriz.
Tarih, bu bütünlüğe sahip çıkanlarla birlikte anılır. Bu bütünlüğe sahip çıkmayanları farklı isimlerle anar. Bugün özellikle Anadolu coğrafyasında yaşayanlar Türk Kültür ve Medeniyeti’nin bugünkü uzantısıdır. Kendini bu tarihsel ve kültürel bütünlüğün parçası olarak görmeyenler, ya milletin hafızasından kolayca silinip gideceklerdir ya da farklı şekillerde anılacaklardır. Ancak bir milletin varlığını ifade eden kültürel hayat eski ve yeni anlayışlarda oluşan sentez ile varlığını devam ettirecektir.